27 Temmuz 2010 Salı

haftanın sonu nakarat gibi...


Bu bünye hafta sonu; Alibey Adası (Cunda) gördü, Behramkale(Assos) gördü, Assos'ta Mert Fırat gördü, onunla fotoğraf çekildi :)
Hafta sonuna, sadece 2 güne koskoca bir tatil sığdırmak ömrüme ömür kattı blog. Zeytin gördük bol bol, zeytinliklerin içinde öten vuvuzela misali aralıksız öten ağustos böceklerinin seslerini ise kimimiz kafa şişirici kimimiz doğal bulduk :)
Assos'ta fincanda pişen sakızlı kahvelerimizi içerken Mert Fırat için o mu ki değil mi ki, nasıl konuşucaz, kızlarla banane ben yanında durucam siz çekilin diye lak lak yaparken az daha dolmuşu kaçırıyorduk :) Ama çok eğlendik, adamın ses tonunu çok sevdim ki sesinden tanıdım saç sakal uzatmış:) Başka dilde aşk filminden bahsettiğimde masasında kendisiyle tavla oynayan kadını göstererek "filmi sevdiniz mi İlksen Hn.da yönetmenimiz" dedi..  Öylece uzaklaştık ordan...


Bu kahveci güzelinden bizim evin duvarında da vardı bir zamanlar:) Assos'ta  Kamil'in mekanının duvarını süslüyor şimdi... 

not: kızlarla tatil her zaman yapmalı, çok keyifliydi..
en çok bizim cola içip eminenin ayran içmesine, olmadık olmadık güneş gözlüklerini gözüne takıp bizi güldürmesine, ismi'nin fotoğraf makinasında mert fırat'la ikisini kırpmasını hiç unutmayacağım :)

15 Temmuz 2010 Perşembe

mail kutumu kurcalarken buldum bunu..
belki de Can Dündar'a ait bir yazı değildir bilemiyorum..ama okunası, ve üzerinde düşünülesi bir yazı...
paylaşmak istedim...


Yoğun Olup Hayatı Kaçıran Vefasızlara

"İşlerim çok. Başka hiçbir şeye bakamıyorum."

Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, büyük ihtimalle katil olacağım. Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar "çok yoğun"; bir şey anlatmak için söz verip haftalarca sesi çıkmayanlar "çok yoğun"; benden başka herkes ama herkes çok yoğun.

"Aaa tabii; onun için konuşmak kolay. Evde oturup yazıyor sadece. Çalışmaktan haberi yok." İstesem ben de "çok yoğun" olabilirim. "Bugün şunu yetiştirmem lazım; yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım, birkaç ay içinde romanımı bitirme planım var, sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım..."

Hayatı boş vermek istedikten sonra "yoğun" olmaktan kolay mazeret yok ki. Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe çıkıp, dizi izleyip yaşayarak da "yoğun" olabilirsiniz.

"Sinemaya gidemem ki, bugün temizlik yapacağım." E yapma.

"Ay seni arayacaktım, hep aklımdasın ama işlerden başımı kaldıramıyorum ki..."

Kâinatın en saçma ve zekâ özürlü mazereti. Yani "kafama uçan daire düştü, hastanedeydim" deseniz daha inandırıcı olur. Normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez. En azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir. Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi? Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak "çok çalışıyorum"u kesinlikle kabul etmiyorum. Eğer biriyle aylarca görüşmüyor ve "işlerim var, ondan" diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:

a) Ben aynı anda iki işi yapamam. Doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam. Merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem. Hayatım allak bullaktır. Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.

b) Seninle görüşmek istemiyorum.

c) Ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum. Bu mazerete gerçekten inanmışım. Kimi kandırıyorum ki?

(Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.) Ve hiç kimse beni birinci şıkka inandıramaz. Çünkü biriyle görüşmek isterseniz, mutlaka vakit ayırırsınız.

Bu aralar üst üste birkaç kişiyle bu "çok çalışıyorum da; başka bir şeye bakamıyorum" muhabbetini yaşadım; konuya o yüzden taktım. Bir insandan örnek vereceğim. Şu an için kendimi örnek veremem çünkü "evde çalışan yazar" olduğum için kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok.

Neyse canım, bana ne? Ben yazıyor muyum? Yazıyorum. Paramı alıyor muyum? Alıyorum. Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor. Ama şunu da belirtmem gerek. Öğrencilik hayatım boyunca hiçbir zaman derslerin, sınavların, çalışmaların, zevklerimin önüne geçmesine izin vermedim. Benim için okul her zaman ikinci plandaydı. Eğer çok sevdiğim bir film oynuyorsa, yarınki sınava çalışmayı birkaç saat sonrasına erteledim ve filmi izledim; canım ertesi günü ödev yetiştirmeye oturmadan önce gezmek istediyse çıkıp gezdim; ders çalışmayı planladığım gece bir arkadaşım "haydi sinemaya gidelim" dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim. Çünkü benim için "sevdiğim insanlar" ve "kendime vakit ayırdığım hayatım" herşeyden önemliydi. Hayatımda hiç kimseyi "çalışmam gerek" diye geri çevirmedim. Bir arkadaşa "hayır, eve gideceğim" dediysem, bu o anda eve gitmek istememden başka bir sebebe asla dayanmadı. En önemli işin başında da olsam, bir dostum "seninle konuşmaya ihtiyacım var" dediğinde ben tüm işleri bırakırım. Çünkü hiçbir şey, çevrenizdeki sevgi ve sahip olduğunuz yüreklerden daha önemli olamaz. Hayat kısacık, acayip bir şey. Hırslarla, kıskançlıklarla ve eşek gibi çalışmakla bitirilemeyecek kadar da değerli.

Elbette boş boş oturun demiyorum. Çünkü hayat aynı şekilde, boş boş oturulmayacak kadar da değerli. Ama iş dediğiniz şey, sevdiklerinizle, kendinizle, hobilerinizle geçireceğiniz zamanın tamamını çalıyorsa, inanın bunda büyük bir terslik vardır. Kendini çalışmaya ciddi bir biçimde adayan ve sevdiklerine zaman ayıramayacak kadar işlerine gömülmeyi kendi özgür iradesiyle seçen kişiler de var tabii. Ben böylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve bu, kesinlikle tahammül edebileceğim bir kişilik tarzı değil.

Neyse, geçeyim örnek kişime: Ben ortaokul hayatım boyunca Soma da yaşadım.

(Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım...) Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası. (Ailecek de görüşüyorduk; aynı apartmandaydık.) Adam her sabah en geç altıda işe gitmek zorundaydı. (Mühendisti galiba. Maden ocaklarına çıkıp oradaki işleri yürütüyordu.) Yani haftanın beş günü, ciddi anlamda "sabahın körü" diyebileceğiniz bir saatte işinin başında olmalıydı. Bu durumda erkenden yattığını ve hafta içi başka hiçbir şeye vakit ayıramadığını düşünürsünüz, değil mi? En azından benim hayatımdaki "yoğun insanlar" için bu çalışma tarzı "işe git, eve gel, yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu" düzenini gerektiriyor. Ve hafta sonları da "hafta içinin yorgunluğunu bir türlü atamıyorum" diye evde yatarak geçirilirdi. Aşırı yoğun çalışma temposu yüzünden bunlara laf da söylenmezdi. Çünkü "çok çalışıyorum, görmüyor musun?" demeleriyle, her türlü tartışma anında biterdi.

Peki arkadaşımın babası böyle mi yaşıyordu?

Büyük harflerle cevap veriyorum: HAYIR, ASLA... Akşam eve döndüğünde sosyal hayatı başlardı. Yemek bazen evde, bazen bizim de dahil olduğumuz dost topluluğuyla beraber dışarıda yenirdi. Sonra mutlaka birinin evinde toplanılır; eğlence gırla giderdi. Bu adam işinin dışındaki tüm vaktini

sevdikleriyle geçirir ve karısına asla yalnızlık hissettirmezdi. Hemen hemen her hafta sonu mutlaka ya Dikili ye ya da Aliağa ya yemeğe giderdik.

Asıl çarpıcı örneğimi daha vermedim. Haftanın her günü sabah altıda işte olan ve akşam hava kararınca eve gelen bu adam, (bazen cumartesileri de çalışıyordu galiba) evlilik yıldönümünde karısını Soma ya iki saat uzaklıkta olan İzmir e götürdü. Hayır, hafta sonu değil. BÜTÜN GÜN çalıştığı bir günün akşamında eğlenmek için gittiler ve gece yarısını geçe döndüler. Ertesi gün de bu adam tekrar sabahın köründe işine gitti!!!


Hiç kimse bana hiçbir şey için "çok meşgulüm, çok yoğunum, vaktim yok da ondan" gibi bir mazeret sunmasın. Ben inanmıyorum. Eğer biri beni aramıyorsa, aramak istemediği içindir. Eğer benimle görüşmüyorsa, görüşmek istemediği içindir. Ben başka HİÇBİR mazereti kabul etmiyorum. Son örneğimin ardından bu yazıyı bitirebilirdim. Çünkü gerçekten başka hiçbir lafa gerek yok. Vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin. Ama müsaadenizle ben bu konuyla ilgili söylenmiş ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de bir demet sunmak istiyorum. Bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek. "İşim var, vaktim yok" diye saçmalamaya ve daha da korkuncu bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak acilen okuyup kendimize geliriz:

-İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir. (Bertrand Russell)

-İşini her şeyden önemli sanarak günde sekiz saat çalışan, sonunda çalıştığı yerin başına geçer ve günde aynı hızla yirmi dört saat çalışmaya mahkum olur (Robert Frost)

-Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir. (Edward Newton)

-Bitap bırakan günlük yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir. (Anton Çehov)

-Eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir.(L.P.Smith)

-Kalitenizin ölçüsü, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır. Medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür. (Irwin Edman)

-Babam bana çalışmayı, fakat işin esiri olmamayı öğretti. Şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin iş kadar; hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum. (Abraham Lincoln)

-Boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur. (William Russell)

VE BENİM FAVORİM:

"Yeterli zamanım yok deme. Büyük insanların da günleri 24 saattir..."

CAN DÜNDAR

11 Temmuz 2010 Pazar

kulak hamuru

Babamın en en en sevdiği yemektir kulak hamuru. Her öğün yese bıkmaz o derece...
Annem de hiç üşenmez yapar durur:)

Hamur itinayla açılır...
Sonra kare kare kesilir...

Sonra iki ucu çarprazlama olarak bir araya getirilir...

Sonra pişirilir, sarımsaklı yoğurtla karıştırılır ve üzerine tereyağ dökülür, afiyetle yenilir :)


Not: Tercihe göre domatesli, sarımsaklı sosla da servis yapılabilir o da nefistir...

Afiyet olsun :)

10 Temmuz 2010 Cumartesi

böğürtlen

En güzel kareyi siz seçin, ben seçim yapamadım :)

6 Temmuz 2010 Salı

oyyhhh...
ey blog,
günler nasıl geçiyor bi döktüreyim iki satır...
bir gündü hava ılık ve cadde kalabalık:P

pazar günü; çocukluğumda 9 kiremit oynadığım takım arkadaşım, kafamıza belimize söğütler bağladığımız, türlü oyunlar oynayıp hep kazanan taraf olduğumuz, yanında karnım acıyana kadar güldüğüm, zeki ve bir o kadar da uyanık olan çocukluk arkadaşımın nikahına gittik ablamla birlikte...
açık hava mekan,
ılık bir rüzgar,
yağcıgaranın hazırlayıp ikram ettiği limonata,
masalardaki kurabiyeler, (kurabiyesiz masaya oturduk!)
ney,
dualar, temenniler, aminler eşliğinde kıyıldı nikahı...
çok keyifliydi...
huzurlu bi düğündü...
sabırlı insanlar için çok ideal...
keşke babamı zaptedebilsekte ablamınkini de böyle yapabilsek ama ne mümkün:)
nikah tarihi şimdilik kesin gibi blog ama söylemiyim sürpriz olsun! :)
bugünlerde ablam çeyiz işleriyle meşgul malum :) havlu oyaları, danteller cart curt işte:) eniştem birsürü yapma biraz da yuriye kalsın demiş canııııııııım canım eniştem :)) beni eniştem bile düşünüyor siz düşünmüyorsunuz diye evdekilere carlıyorum bende:Pp

İşte hayat devir daimlerle sürmeye devam ediyor...bir zamanlar ben stajyerken artık benimle çalışan bir stajyer var...telefona bile bakmaya çekinen, cici bi kızcağız...o da beni sevmiş bugün annesi bıtladı hemen:) emin ellerde merak etmeyin dedim:Pp  soru sorabiliyor, meraklı biri aslında..benim semiramisi aratmayacak bana:)) kemalizmle gülüyoruz bakalım şimdilik oh be stajyer olmak var diye, 18:00'da gönderdim kızı zira:)
stajyerin gözünden ben de kendimi görmeye başladım...kimlerle çalışıyoruz, neler yapıyoruz onları onun gözünden dinlemek hoş olabiliyor...kendimle gurur duyuyorum haha:P

bugün bi diyaloga şahit oldum kıs kıs güldüm:)
iş arkadaşımın(kemalizm) 11 aylık kızı var...bi arkadaşı geldi bugün işyerine kucağında da oğlu var...
bizim kemalizm oğlunu seviyo hanimiş manimiş:) metin ali feyyaz diye espriler yapıyorlar...
-benim oğlum hiç kıpırdamıyor lan maç izlerken
-benim kız da reklamları izliyor çok seviyor reklamlar varken yedirebildiğin kadar yedirirsin
-kulağını kurcalıyo bak doktora götür metin'i benim kızda elini kulağına götürüyodu meğer iltihap varmış kulağında çocuğun!
-katı yiyecekleri ne zaman yedirmeye başladınız kızına?
-1 ay falan oldu :|
oha nan! kadınlar konuşuyor anlarımda erkeklere nolmuş böyle abi, çok güldüm:)) bişi de diyemedim :))
iyi gelişmelerdir herhalde, ilgili ve genç babalar güzel güzel :Pp

sustum tamam!

alain delon